13 Ekim 2009 Salı

Pedagonya

kimliğinizi hala bulamadınız mı? o zaman pedagonya'ya gelin.


PEDAGONYA: ÇOCUKLAR ÜLKESİ


Find the peace and diaper in pedagonya


www.pedagonya.com.tr.cx.yavuzlardersanesi

13 Ağustos 2009 Perşembe

Day man

Day man
Fighter of the Night man
Champion of the sun
You’re a master of karate and friendship…for everyone

3 Mayıs 2009 Pazar

Satılık Biyolojik Saat


tertemiz!


artık saatimi kurmuyorum. zaten kursam da benim görev aşkıyla yanıp tutuşan gerizekalı biyolojik saatim beni uyanmam gereken saatten 1 dakika önce uyandırıyor. bir kez bile hatırlamam ki uyanayım da işte keyif için beş dakika daha uyuyayım, efendime söyleyim gerineyim, kaşınayım. böyle bir şey yaşamadım. en zor gecelerde bile (mesela sabah 6da uyumuşumdur) aynı sabah 8:15'te saatim bana "arkadaşım biliyorum dün gece çok geç yattın ama yine de bi uyandırayım, belki bi ihtiyacın vardır" der. ben de istemeye istemeye uyanırım ve güne erken başlamanın o inanılmaz hazzını yaşarım tüm gün. yemek yerken uyuyakalırım, otobüse binerken uyuyakalırım (evet binerken). tuvalette daha fazla zaman geçiririm. sanrılarla dolu sınırsız bir eğlence dünyasına yelken açarım.
çeşitli renk ve desenlerde üretilen bu saat, sadece ama sadece bir saat.

Vasat bir evlat: Anneme yine çiçek aldım

Başta annem olmak üzere bütün annelerden özür diliyorum.

1 Mayıs 2009 Cuma

bir fıkranın anatomisi: bir hinduyla üç gün.

fıkra dinlemekten, dinletmekten, (kendilerine güvenmedikleri için kasetten fıkra dinleten arkadaşlarım oldu) anlatmaktan ve anlattırılmaktan, tek kelimeyle "nefret" ederim.

ancak kaderin cilvesi ki o gün bir fıkranın karakterlerinden biri olmam için bi teklif aldım. evime bir mektup geldi.

"sayın levent obviyıs

karakterinize uygun olarak bir fıkrada rol almanıza karar verildi. cuma günü ajansımızda saat 12:00 ile 12:02 arasında mülakat olacaktır. katılımlarınızı sabırsızlıkla bekliyoruz."

oraya vardığımda benimle birlikte bir alman, bir hindu ve bir japon olduğunu gördüm. içimden bu dörtlüden nası bir fıkra çıkabilir ki diye geçirdim. sonra mülakata sıra geldi. işte bi kaç soru sordular "daha önce başınızdan komik bişi geçti mi" gibilerinden, ben de net bi şekilde "hayır" dedim. mülakat bitti.

iki gün sonra seçildiğimi belirten bir mektup aldım. bir ormanda kalacakmışız. önce uçakla sonra bir otobüsle yolculuk yapacak bir restorantta yemek yiyip bir barda içki içecekmişiz. biz tüm bunları yaparken bizi takip edecek bir ekip bulunacak ve komik olayları not alıp halka sızdıracaklarmış. olay bu.

havaalanına gittiğimde bizi mülakata alan kadın heyecanlı bi şekilde karşıma çıktı. "bir alman ve bir japon gelemeyeceklerini söylediler" dedi. biz de bir hinduyla birbirimize baktık ve sorun yok dercesine kafa salladık 6-7 dakika.

sonraki günlerde bir hinduyla epeyce zaman geçirdik. bizi takip eden ekip uçağı düşürmeye çalıştı. biz yürürken önümüze muz kabuğu bıraktı. karılarımızla ilgili yalanlar atıp tuttular. işte bi fıkrada olabilecek türden, çeşitli alengirli oyunlar yaptılar ancak hiçbirinde tongaya düşmedik. zaten düşemezdik de. çünkü sohbet etme imkanımız yoktu. birbirimizin dilini bile anlayamıyorduk. ayrıca ben bir hindunun yüzüne bakınca bile gülüyordum. dolayısıyla hiç bi olay olmadı. ajans kendi avucunu, benim ayak bileklerimi, bir hindunun ise köprücük kemiğini yaladı.

sonuç itibariyle fıkraları sevmemekte ne kadar haklı olduğumu görünce içime bi depo dolusu bibuçuk litrelik şaşal su serpildi.

11 Nisan 2009 Cumartesi

dünya rekoru sahibi sevgilim

harika bir fikir bebeğim!

kız arkadaşımla aynı evde yaşamaya başlayalı 6 sene olmuştu. ikimiz de 30lu yaşlarını süren işi gücü olan insanlardık. ben kapalıçarşıda tahin helvası satıyordum 5 senedir. kız arkadaşım ise bir arama kurtarma derneğinde dalgıçtı. spora her zaman merakı vardı. geçen sene gülle atma çalışmaları için özel bir hoca tuttuk. kurs aldı. sonra cirit attı. ne isterse destekliyordum.

resim1: gündelik yaşamda şnorkelsiz bi hiçti sevgilim.


bir akşam televizyonda (reklam olmasın diye kanalın isminin son harfini vermiyim eurospor) halter şampiyonası yayınlanıyodu. sevgilim bir anda elindeki mızrağı televizyona fırlattı ve olimpiyatlara katılacağım dedi. zihnimde onu tekme tokat dövsem de "harika bi fikir bebeğim" dedim.

ertesi sabah uyandı ve kendisine 300 kiloya kadar çıkan ağırlıklar almıştı. ve ilk denemesinde 150 kilogramı bir çırpıda kaldırdı. bu çılgıncaydı. televizyondaki kadınlar ancak 100 kilo kaldırabiliyordu. benim ender bulunan sevgilim 150 kglık ağırlığı hiç bir teknik bilmeden çat diye kaldırabildi. bu kadında sevdiğim şey de bu: sürprizlerle dolu olması!

buna müteakiben çeşitli hormon hapları kullandı. ve antrenman sayısını günde ondörde çıkardı. ve yiyecek olarak da sadece humus yiyordu. ürkütücüydü. çünkü cinsel açıdan da gittikçe güçleniyor ve bana gece gelmesin diye dua ettiriyordu.

önceki gece o kadar yorulmuştum ki ancak öğleden sonra uyanabildim. banyoya doğru yürüdüm. banyodan bi adam sesi geliyordu. şarkı söylüyordu. tesisatçı heralde diye düşündüm. fakat o da neydi sevgili sevgilim sakallarını traş ediyordu. beni görünce "günaydın tatlım acaba diyorum top sakal mı bıraksam" diye sordu. içimden kustum. "harika bir fikir bebeğim" dedim.

evde onunla karşılaşmamayı çok istiyordum çünkü iyiden iyi cozutmuş ve duvarları yumruklayarak çalışmaya başlamıştı. bir elinde 15 tane damacana tutuyordu diğer elinde ise çiğ olarak yediği but. gözleri çekikleşiyor ve gittikçe şişiyordu. sevgilim başka bir şeye dönüşüyordu.

ülkede sevgilimden başka hiçkimse konuşulmuyordu. çünkü astronomik rakamları silkiyordu. devasa ağırlıkları tek eliyle kaldırabiliyordu. ona sorulduğunda ise "olimpiyat altınını ülkeme getirdikten sonra nesli tükenmekte olan hayvanları yok edip bu gerginliğe son vereceğim" diyordu. herkesi arkasına almıştı. şimdiden rekorları vardı.

ağustos ayı geldi ve ülkeyi temsilen sevgilimle birlikte "tacikistan 2046" olimpiyatlarına gittik. ondan önce deneyenler yüzlü kilolar kaldırırken, benim mide bulandırıcı sevgilim ikiyüzlü üçyüzlü ağırlıklar kaldırıyordu. ne bileyim rakipleri 150 kaldırırken, o 308 kilo kaldırıyordu. altın madalyayı kazanması garantiydi.

podyumda yerini aldı. altın madalyayı ısırarak kırdı. seremoninin ardından yapılan testte vücudunda farklı türde 450 doping maddesi bulundu. başarı öyküsü gibi görünse de aslında hezimetin ve hırsın kurbanı olmanın öyküsüdür bu.

30 Mart 2009 Pazartesi

bay marx'ı davet etmek hataydı

Herkese yetecek kadar punch var çocuklar!


yeni evime taşınalı henüz 1 hafta oldu. bir önceki evimle karşılaştırılınca gerçekten kocaman bir evde yaşamaya başladım. eşyaları yerleştirmek ve dekorasyon için çok zaman harcadım bu hafta boyunca ve gerçekten çok yoruldum.


buralarda adettendir, eğer yeni bir mahalleye taşındıysanız komşularınızla tanışmak için büyük bir parti verirsiniz. ve ben de bu haftasonu için büyük bir parti organize ettim. komşularımı biraz araştırınca genelde orta yaşlarını çoktan aşmış, dul ya da hiç evlenmemiş, gayet ciddi ve siyasetle uğraşan komşularım olduğunu öğrendim. bay zedong, bay lenin, bay castro ve bay stalin'i davet etmeye karar verdim. bir de karşı komşum olan oldukça gizemli bay marx'a not bırakmıştım ancak dönmedi. ben de bizzat gidip partimden haberdar etmek istedim.

kadife pantolonumu ve eflatun ceketimi giyip sokağın karşısına geçtim. zili çaldım. 20 saniye sonra kapı açıldı. saçı başı dağınık bir şekilde açtı kapıyı bay marx.

"merhabalar ben karşı komşunuz sabri sarıoğlan"
"merhaba"
"bu haftasonu evimde bir parti vereceğim de sizin de gelmenizi istiyorum."
"saat kaçta başlayacak bu parti?"
"akşam 8 gibi."
"pekala orada olacağım"

------------
haftasonu-
------------


























ilk gelen bay zedungdu. elinde bir poşet dolusu latince türkçe sözlük getirmişti. güldü. "bu gece çok lazım olacaklar" dedi. anlamadım. ardından diğer misafirler geldi. ben de yiyecek ve içecekleri servis etmeye başladım. bay lenin karaoke yapmak istediğini belirtti ve en sevdiği parçayı,"çaykovski'nin 9. keman konçertosunu" ağzıyla 12 dakika boyunca seslendirdi. bu esnada bay stalin ve bay castro kendi aralarında yakalamaca oynuyorlardı. bay marx yanıma yaklaşıp "biraz daha votka var mı" diye sordu. ve ben de ona içki dolabının yerini gösterdim. dolabı öptükten sonra içine girdi.

bay castro, bay stalinden müsaade isteyerek yere çömeldi ve ördek yürüyüşü yaparak sosisli tabağına yöneldi. bay stalin ise bana dönerek "lavabo ne tarafta?" diye sordu. yerini gösterdim. "bi süre beni rahatsız etmezseniz sevinirim" dedi.

arkamı döner dönmez bay zedung ve bay leninin birbirlerini boğazladıklarını gördüm. onları ayırmaya giderken bay castro arkadan "boğazıma sosis kaçtı" diye bağırdı. tuvaletten çıkan bay stalin, "ben ilgilenirim. sen kavgayı ayır" dedi. bay castro'nun sırtına sarıldı ve boynundan öptü, kokladı ve saçlarını okşadı. bay castro kendine gelmiş gibiydi. ben de kavgayı ayırdım ve onlara "herkes odasına bir hafta cezalısınız" diye bağırdım. bay zedung üzgün bir halde ayakkabılarını alıp gitti. bay lenine dayanamayıp bir tokat attıp "koca adamlarsınız kendinizi rezil etmeden rahat etmiyorsunuz" dedim. ağlayarak koştu ve duvara çarptı. bayıldı. onu taşıyarak dışarı çıkardım. bay castro ve bay stalin ise partiden el ele ayrıldılar.



yorucu bir akşamdı. bittiğine sevinmiştim. koltuğa uzandım. etrafı sonra toplamaya karar verdim. kafamı dinleyecektim. o anda içki dolabından bir ses geldi. bay marxın orda olduğunu hatırladım. dolabı açtığımda bay marx dışarı düştü. altını ıslatmış ve nefessiz kalmıştı. bi kaç tokat attım ayılması için. sonra biraz kendine gelsin diye duşa taşıdım. üzerini çıkardım cebinden küçük bi votka şişesi çıktı. hırsızlık yapmaya çalışıyodu. terbiyesizliğe bak. gömleğini çıkardım. içindeki tişörtte sex pistols yazıyordu. kafa adam olma ihtimali varmış diye düşündüm. sonra tişörtün altından bi tane daha tişört çıktı. onda da "güneşi gördüm" filminin afişi vardı. bi tokat daha attım. küveti doldurdum. içine yatırdım bay marxı. kahve yapmak için aşağı indim. suyu ısttım. hafif bi müzik açtım. ve kahveyi hazırlamaya başladım. yukarı çıktığımda bay marx'ın küveti taşırmış olduğunu ve sakallarını traş makinasıyla kestiğini gördüm. ve ne üzücü ki o traş makinası elektrik kaçırıyordu. bay marx sarsılmaya başladı. ve sigortalar attı. onu kurtarmak amacıyla kauçuk ayakkabılarımı almak için aşağı indim. sigortanın olduğu ahşap dolap yanmaya başlamıştı. yangın bir anda büyüdü. söndürmeye çalıştım ancak hızla yayıldı yangın. bay marx'ı çıkıp kurtardım ve dışarı çıktım. evimin yanışını izledim. bay marx ayıldığında "cebimde votka vardı benim" dedi. ben de bi tokat daha attım.

28 Mart 2009 Cumartesi

CSI: Bayburt

zavallı orçun

o gün belki de yazın en sıcak günüydü. duran emmi ve orçun iki tane büyük baş hayvan almak için "nitro büyük baş alım satım şirketi"ne uğradılar. şehrin en büyük hayvan tüccarı olan lütfü herzog yıllardır hayvan ticareti yapıyordu ve bir hayvanı tek gözü kapalıyken bile tanırdı.


duran emmi ellerini çırparak, "senden adam olmaz lütfi herzog" dedi.
bay herzog, "duran emmi hoşgeldin, orçun otursana" diye buyur etti içeriye.

orçun başını ellerinin arasına alarak kendi çevresinde dönmeye başladı. takriben 2 metre ilerde bulunan tabüreye oturmaya çalıştı ancak başaramayınca,

"limonata var mı?" diye sordu.

bu soru duran emmi ve bay herzog arasındaki düşmanlığın simgesi gibiydi çünkü bundan elli yıl önce ikisi de limonata işine girmişlerdi ancak ordunun darbesinin ardından bay herzog bütün limon birikimini satıp büyük baş hayvan aldı. duran emmi ise limonların bir gün işe yarayacaklarını düşünerek onları ederlerinin yarı fiyatına sattı ve kuaför açtı. orçun da kuaförde çalışan elemanlardan biriydi.
kuaför 2 ay sonra kapandı ancak orçun, duran emmiyle ev arkadaşı oldu.












resimler: orçun'un saç modelleri


orçun, "duran emmi, işimiz ne zaman biter?" diye sorunca ensesine bi şaplak yedi.

"oğlum yeni geldik, bak bay herzog'la da iki lafın belini kıralım. hem daha iki tane manda alacağız. biraz sabırlı ol kanki" diye diretti duran emmi.

o anda içeri giren ulrike, bay herzog'un kör hizmetçisiydi. bay herzog onu ukrayna'da sörf yaparken saçlarından çekip kurtardı ve bir çanta içerisinde bayburt'a getirdi. o günden beri hiç konuşmadı ulrike. resim konusunda büyük bir yeteneğe sahipti. ancak kendisine kanvas alamadığı için yeteneklerini hayvanların vücuduna resmediyordu.

ulrike " uuu, a, si" gibi birşeyler söyledi.
bay herzog "çık dışarı, telefonlara da bakmaya çalışma bi daha lâl-gız" dedi. ulrike kendisine lâl denmesinden nefret ediyordu. lâl-gız denmesi ise onun çığrından çıkıp sinir krizleri eşliğinde dans etmesine sebep oluyordu. ulrike, "lâl-gız"ı duymasının ardından yavaş yavaş ritim tutarak kapıdan dışarı adımını attı ve sinir krizi geçirmeye başladı. akabinde bir düşme sesi geldi dışardan.

orçun" kıza bişey mi oldu aceba ben bir bakayım" deyince, bay herzog;
"kadim dostumla bir şey konuşturmadınız sizi hergeleler" diye iç geçirdi. ardından duran emmi elindeki şamdanı kaldırarak "imhotep" diye bağırdı. orçun arkasına bakmadan dışarı çıktı. duran emmi "madem öyle ben de bi tuvalete gideyim" diye arka kapıdan dışarı çıktı. odada yalnız kalan bay herzog ise masanın altındaki gizli bölmeden aşağı inmeden önce "ben bir duş alayım, belli ki terliyorum" diye ağlamaya başladı.

nerden geldiği belli olmayan üç el silah sesi duyuldu.

ulrika 15 senenin ardından ilk defa "hayııııııırrrr!!!!!!" diye bağırdı. orçun yerde cansız uzanmış yatıyordu. duran emmi ise ellerini kuruladığı mendili ile wayfarer güneş gözlüklerini temizliyerek orçunun kafasına oturdu. ve çok içten bir sesle "sevimli ev arkadaşımmmmmmmm" diye bağırdı. bay herzog ortalarda yoktu.

-siyah ekran-

duran emmi duvara yüzü dönük bir şekilde çömelmiş, donuk bir ifade takınıyordu. ulrika ise şimdiden "orçun'un ölümü" adını verdiği tablosunu ineklerden birinin üzerine resmetmeye başlamıştı. duran emmi bir anda doğruldu. ve ambara doğru koşmaya başladı. öküzcük hisleri ona bir problem olduğunu tembihliyordu. ambarda gördüğü şey oldukça ilginçti. bay herzog hulahop çeviriyordu. bu durum onu şüpheliler arasında ilk sıraya oturtuyordu.

duran emmi "orçun'u neden öldürdün katil!!!" diye gülümsedi.
"ne orçun öldü mü?!?!?!??! nası olur?" diyerek belindeki titanyum hulahop'u tek hamlede ikiye böldü.
"yalan söyleme deyyus. çocuğu o pis ellerinle ikiye bölmüşsün. hem de dikey olarak."

evet doğruydu. orçun hunharca, dikey olarak ikiye bölünmüştü. bay herzog bunu duyar duymaz kusmaya başladı. bir yandan da koyunlardan birinin kafasını 180 derece çevirerek gizli bir bölmenin açılmasını sağladı. duran emmi elindeki levreği bir samuray gibi sallıyordu. herşeye hazırdı.

"sakın yanlış bir hareket yapma lütfü! kafatasını çökertirim!" diye tehditler savurdu duran emmi.
bay herzog ise "sakin ol kadim dostum. burası benim gizli kameralarımın olduğu bölme."

duran emmi bir anda terlemeye başladı. bay herzog "ne o terlemeye başladın. orçunu sen öldürmüş olmayasın kadın dostum."
"saçmalama" dedi duran emmi "neden öldüreyim sevgili ev arkadaşımı?"
"bilinmez" diyerek sistemi açtı bay herzog. gördükleri şey dehşet vericiydi. dışarı çıktıktan 2 dakika 10 saniye sonra bay herzog, 2 dakika 15 saniye sonra ulrike ve 2 dakika 20 saniye sonra da duran emmi ateş ediyordu orçun'a. ancak onu dikey olarak ikiye bölen şey ise kendi hatasıydı.
rahatça görülen bir şekilde "vahşi koyunlar! yaklaşmayınız" yazısına dikkat etmeyip kurtulmak için vahşi koyunların arasına doğru sürünüyordu görüntülerde. tabii sonunda olanlar oluyor ve vahşi koyunlar onu ikiye bölüyorlardı. hem de dik olarak.


bu görüntüleri izledikten sonra bay herzog ve duran emmi el ele güneşe doğru yürüdüler. içlerinde en ufak bi vicdan azabı yoktu. çünkü orçun gerçekten dayanılmaz derecede kötü saç kesiyordu. ölmeyi çok önceden haketmişti.

------------------O-----------------

ulrike: hareket halindeki bir otobüste, yaşlı bir kadının cüzdanını çalıp otobüsün arkasına doğru koştu. ancak otobüste bulunanlardan dünya 8 metre engelli koşu rekortmeni wilfred austin tarafından yakalanarak bir çanta içinde kanadaya götürüldü. o günden beri konuşmuyor.

duran emmi: cezaevinde yazdığı "bir devrimin manifestosu" isimli yemek kitabıyla en çok satanlar listesinde 21 hafta boyunca 41. sırada kaldı.

lütfi herzog: olayın üzerinden bir ay geçmeden ikiz kardeşi olduğunu öğrendi. 4 ay sonra üçüzü olduğunu, 6 ay sonra ise yedizi olduğunu öğrendi.

26 Mart 2009 Perşembe

fermuarım

ucuz bir kıyafet
biraz ızdırap
ve en lazım olduğu zamanda
açılmayan fermuarım

24 Mart 2009 Salı

retinaçocuk tabii ki pinpon oynuyor

retinaçocuk: aslen meksikalı. 41 yaşında. böbreküstü bezlerindeki sorun yüzünden hala 8 yaşında bir çocuk gibi görünüyor. gücünün (ya da hastalığının) ona nasıl bulaştığı hakkında kesin bir bilgi yok.























fotoğraf 1: takım arkadaşları ve retinaçocuk. kendisi en sağda.


sadece 23 nisan sabahı uyandığında kendini bir şölenin ortasındaymış gibi hissettiğine dair bir kanıt var. o da elimize babası tarafından ulaştırıldı. ancak retinaçocuk babasının yaşadığından bihaber. yeteneğini keşfettiğinde 7 yaşındaki bir çocuk gibi görünüyodu.

12 aralıkta hava, brandalar yüzünden yine bunaltıcı sıcaklıktaydı. retinaçocuk o gün oyun arkadaşlarından birinin örümcek adam kostümüyle sokakta gezerken uzakta futbol oynayan arkadaşlarına doğru koşmaya başladı. kaleye geçmek onun için bir tutkuydu. takımın kaptanı ise, onun, takımın en zayıf halkası olduguna dair söylentileri doğru buluyordu. aslında kimse takımda onu görmek istemiyordu.
ve bir anda herkesin dilediği gerçekleşti. köşeden hızla dönen kırmızı chevrolet içindeki zenci cüce,arabasıyla ona çarparak 25metre uzağa fırlattı. ancak yüzü asfalta yapışmış bir şekilde yerde yatarken, ilginç bir şeyler oldu. kanalizasyon borularını ve atık suyun aktığını görmeye başladı bir anda. "bak yaa. a-)35 yaşında adamım düştüğüm duruma bak. b-)sanırım özel bir yeteneğim var. c-)bu yaşta, bu cüsseyle bu yeteneği nasıl geliştirip kullanacağız hadi hayırlısı " diye içinden geçirdi. bu düşünceler girdabındaki retinaçocuk, iki ambulans görevlisi tarafından ambulansa taşındı. 190 kemiği kırılmıştı. yaşaması bile bi mucizeydi. tam 5 sene hastanede kaldı ve rehabilite edildi. geçirdiği süre içerisinde kendini geliştirme fırsatı bulamadı. hastaneden çıktığında çok kez denedi ancak düzenli egsersiz yapmadığı ve yaptıklarını da yalapşap yaptığı için normal boyutlardaki bir duvarın arkasını görmek istediğinde duvara o kadar yaklaşıyordu ki, bazı duvarlarda bu mesafe 1,5 santimetreye kadar düşüyordu.
yetersiz de olsa yeteneği yüzünden kulaktan kulağa yayıldı. yıllarca retinaadam ismini her platformda kendi için önerse de adı retinaçocuk kaldı. şu an tek istediği herkes gibi güneş gözlüğü kullanabilmek ve en kısa zamanda takımının kalesini koruyabilmek...

22 Mart 2009 Pazar

vaşak versus antilop

daha masum ve mutlu hayvanlarla dolu bir çevre için çalışmalar sürüyor. geçtiğimiz bin yıldan beri sürdürdüğümüz çalışmalar nihayet sonuç vermeye başladı.
artık "vahşi" olarak adlandırdığımız hayvanlar alemi, bu rahatsız edici sıfattan kurtulmak için gün sayıyor.

bilim insanlarının yaptıkları çalışmalar sonucu artık ekosistem dengelerini kökten değiştirecek bir avlama-avlanma eğrisi çıkarıldı.

kura sırasında bazı hayvanların endişeli olduğu gözlerden kaçmadı.
ateş grubunda yeralan hayvanlar ise şöyle eşleşti.

A grubu

timsah - aslan
fil - su aygırı
kaplan - çakal
akbaba - çita
vaşak - kartal
kurt - ayı




bundan böyle bu hayvanlar birbirleri ile beslenecekler. böylelikle, tavşanlar,antiloplar,geyikler ceylanlar ve sevimli dağ keçileri kana susamış bu hayvanlar tarafından telef edilemeyecek. güçlünün güçlüyü ezdiği, masumun ise sonsuza dek sağlıklı bir nesil yetiştirdiği güzide hayvan toplumu geliyor.

bilimsel, araştırmalar bundan sonrası için sevgi dolu hayvanların popülasyon artışı nedeniyle evlerimize kadar girmelerini öngörüyor.

mısıradam!



vasat süper kahramanlar



Güneydeki kasabalarımızdan birinde bundan 25 yıl önce, bir atom saldırısının ardından, reaktörden içme suyuna karışan nükleer sızıntı yıllar sonra meyvelerini veriyordu.

Tam 20 nisan sabahı, kendilerinden sadece 150 km uzaklıktaki büyük metropole lichtenstein hava kuvvetlerinin bıraktığı atom bombasıyla uyanan kasaba halkı kaçmak için çok geç kalmıştı. nükleer bombanın tadına metropolde yaşayanlara nazaran daha az bakmış olsalar da onlar da zor durumdaydı.

Metropolde yaşayanların ardından gelen nesilde çeşitli insanüstü ve insanlatı özellikler beliriyordu. radyasyonun bir sonucu olarak şehrin bazı bölgelerinde iyi kahramanlar, bazı bölgelerinde de kötü kahramanlar (kötü kahramadan kasıt dost sohbetlerinde; "ışın çocuk mu? o iyi değil ya, o kötü kahraman. geçen hafta benim kuzeni kurtarmaya çalışırken yere düzgün inemediler. daha uçmayı bilmiyo" ya da "-pekmezadam ölmüş ya. -ulan zaten kötüydü ölsün pezevek" gibi hatırlanan kahramanlar), peyda olmuşlardı. etraf kahramanla doluydu. her yerdeydiler. onlar kendi içlerinde kavga ededururlarken kasabada radyasyon etkisini biraz daha farklı göstermiş durumda.

metropolden epey uzak olan kasaba, doğal olarak onlar kadar etkilenmediler radyoaktif dalgadan. orada da elbette etkilenenler vardı. ancak kendilerine süper, mega, mümkünsüz gibi sıfatlar yakıştıracak kadar kibirli de değillerdi, güçleri de yoktu. Kendi hayatlarını idame ettirecek kadar güce sahip olan “süper” kahramanlardan en önemlileri; "mısıradam, retinaçocuk, budaneyinesikadın, pazumen, netbirşekildegörülenkız, zordakalıncakoşandede, pirenine ve kelebekevlat)

mısıradam: ellili yaşlarını süren bir çiftçi. patlama esnasında kasabada değil. patlamadan üç ay sonra, aşçılığını yaptığı denizaşırı gemi ülkeye döner ve evine yerleşir. varışından bir kaç ay sonra, bir sabah uyandığında aynanın karşısına geçip kendi kendine "ne kadar hafiflemiş hissediyorum kendimi bugün" dedikten sonra elini yüzünü yıkar ve ayağına takılan tartıya çıkar. "ne zamandır tartılmıyorum bakalım göbek erimiş mi" ancak gördüğü şey hayret vericidir sadece 30 kilo gelmektedir. eğilerek tartıyı düzeltir ve tekrar çıkar bu sefer 29 kilo geldiğini görür. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu fark eden mısıradam parmaklarının üstünde yükselerek bir balerin gibi durabildiğini görür. yavaşça zıplar ve 2 saniye kadar havada kalır. tam o esnada radyodan;

"fenaadam bugün bir bankayı soyarak kayıplara karıştı. onbinrakungücünesahip adam ise hemen peşinden yürüyerek onu takip etmeye başladı. muhabirimiz yürüyen obrgs adamın yanına yaklaşarak;

"fenaadamı bu hızla yakalayabileceğinden emin misin?"
"hemşehrilerimiz rahat uyusunlar onu 150 gün içerisinde bulucam" dedi.

mısıradam tekrar aynaya bakar. ve o anda farkeder. o da radyasyondan etkilenmiştir. Bir süper kahraman olma eğilimindedir. ertesi hafta havada 1 dakikaya yakın kalmaya başlar. sonra aylarca çalışır yeteneğini geliştirmek zorundadır. üç koca yılın ardından yerin ancak bir buçuk metre yükseğinden uçabilir duruma gelmiştir. bu onu üzer. üç koca yılda uçmayı öğrenmiştir ancak göklerde uçmayı beklerken hala divanların, tabürelerin üzerinde uçuyordur. kendi kendine "biraz daha çalışayım, yükselemezsem babamlara söylerim, onlarla çiftlikte takılırım" bu sefer üçüncü haftanın sonunda vazgeçer ve çiftliğe döner. ailesi fakir olan mısıradam babasına, biçerdöver için biriktirdiği parasını yavruağzı bir ford taunus'a harcamasını telkin etti. mısırları kolay biçebileceği yükseklikte uçması ona büyük bir gelecek kazandırmıştı. Başından geçen bu talihsiz! olay onu gelmiş geçmiş en iyi mısır üreticilerinden biri yapmaya yetmişti. şu an hala babasıyla mısır işinde epey para yapıyolar.

devam edecek....



(gelecek bölüm: retina çocuk kaderiyle mi yüzleşiyor yoksa sadece pinpon mu oynuyor?)

20 Mart 2009 Cuma

Eğitimsiz temi



Ich bin nicht jahre alt: Yaşımı göstermiyorum.

35 yaşından itibaren üniversiteden eğitimine başlayan vatandaşlar, ardından liseye, daha sonra ortaokula ve isteyenler de ilkokula devam edebileceklerdir.

19 Mart 2009 Perşembe

Ve selçuk cumhuriyeti kuruldu!

selçuk cumhuriyeti çok yaşa






selcuk cumhuriyetinin kuruluşu yurdun dört bir yanında eşi görülmemiş ışık oyunlarıyla kutlandı. insanlar bu geceyi fırsat bilip çılgınca sessiz sinema oynadılar. insanlığın geleceğe umutla bakmasını sağlayan bu yeni ülke, sadece 200 isviçre frangına mâl oldu. Bundan böyle her yılın 20 mart günü sessiz sinema ve cumhuriyeti koruma bayramı olarak kutlanacak.




kutlamalara katılan 126 yaşındaki Helena ve Bonham Carter çifti, yaşadıkları mutluluğun haddinin hesabının olmadığını dile getirdiler. ve tüm bu eğlence boyunca, 264 saat boyunca dans ederek kırılması zor bir rekora da imza attılar. böylelikle ülkemizden guinnes rekorlar kitabına girmeye hak kazanan ilk vatandaşlarımız olarak tarihe kuvarz harflerle yazıldılar.




kutlamalar çerçevesinde gerçekleşen woodstock '09'de 200 sene önce hayatını kaybeden ünlü sanatçı şansölye II. Vincent Gallo sahneye çıkarak izleyenleri eğlenceden sarhoş hale getirdi.

durmadan hesap yapan meczup bilim insanlarımız ise, içilen zencefilli gazozların şimdiden büyük sahradaki ekosistemi tekrar canlandırabileceğini hesapladılar.

Sık sorulacaklar





soru- neden bayrak rengi turkuaz beyaz ve kırmızıdan ibaret?
cevap- kırmızı ejderhaların, beyaz sanayi tüpünün, turkuaz ise uzayın düzlemsel olmayan yapısını temsil eder. 8 adet olan turkuaz küreler ise her birinin temsil ettiği şeyleri temsil ediyorlar. evet bu.

soru- ülke toprakları nerede?
cevap- ülkemiz sizin de bildiğiniz üzre bir ada olduğundan tevekkeli, referandum sonucu istenilen kıyıya yanaşılabilmektedir.

soru- brandanın parasını kim karşılayacak?
cevap- S & O brandacılık tüm maliyetini üstlenmiştir. 800 bin metrekarelik alanın tamamını kapatacak ölçüde brandayı hizmete sunacaklardır.

soru- silahlı kuvvetler dediniz... askerlik yaşı ve uzunluğu ne kadar?
cevap- askerlik 71 yaşındaki her selcuk cumhuriyeti vatandaşının yapmak zorunda olduğu bir görevdir. uzunluğu 2 gün olup haftasonları için ideal gezi turlarıyla eğitim tamamlanır. ve insanlar evine dönerler.

soru- nükleer santral ve rüzgar gücü yoksa nasıl oluyor da enerjimizi sağlıyoruz?
cevap- dünyanın herhangi bir yerinde "moon walk" yapan biri bir hidrodinamik santralin bir yılda sağladığı enerjiyi sağlamaktadır.


merak ettiklerinizi sorun. soru soran bir toplumuz biz.

Vatandaş ilişkileri



Haftanın yedi günü ve günün 24 saati çalışan cansız mankenlerimiz, vatandaşlarımızın isteklerini yerine getiriyor.

Telefonunuzun "1" tuşuna basmanız vatandaş ilişkileri hattına bağlanmanız için yeterli olacaktır. Dilerseniz buradan da isteklerinizi dile getirebilirsiniz. Ancak cansız mankenlerimi z etkin olmak için devletten yılda 12 YSD* aldıklarını da unutmayınız.


*1 YSD* = 110 milyon dolar = 190. 8 milyon euro
ancak bu muteber para birimi sadece çok zorda kalındığı zamanlarda kullanılır.

O da bir selcuk cumhuriyeti vatandaşı

Hepimiz Stephan Hawking'i yakından tanıyoruz. Kendisi selçuk cumhuriyetinin ortasından geçtiği varsayılan eflatun çizgiyi keşfeden kişidir. irlanda asıllı, lübnanlı bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya gelen Hawking yıllar boyunca ikamet ettiği US of A ülkesi yöneticilerine tek isteğinin, sıfır yerçekimli bir ortamda namaz kılmak olduğunu sayısız kez belirtmiş olmasına rağmen, isteği karşılıksız bırakılmıştır. Ancak biz elimizdeki tüm imkanları zorlayarak onun hayattaki tek dileği olan bu ilginç deneyimi ona yaşattık.








Yaşadığı hayalgücünün sınırlarını zorlayan bu deneyim boyunca mutlu görünen Hawking,
deneyden sonraki kısa söyleşimizde yaptığı"tesbih yoktu" açıklaması bizleri üzse de, insanoğlu yetinmez istedikçe ister ilkemizi tekrarlıyoruz. ve cevaben "erik hoşafının bile çekirdeği var." diyerek "tesbih yoktu" safsatasını yalanlıyoruz. cidden oradaydı. iple yere bağlanmıştı.

Silahlı Kuvvetlerimiz


lupluplup EF - Beşyüzaltmış


Teknoloji harikası, tam mühimmatlı ve uzun menzilli şırınga saldırısına dahi karşı koyabilen minik canavar. Hafif ve dinamik. 45 gram ve rüzgarlı havalarda 22 km/s hıza ulaşabiliyor. iç tasarımını sümbül koşucuçocuğu'nun yaptığı ve özbekistan'da geliştirilen bir tank.

Güzel anayasamız; "Ülkede olan ülkede kalır."


bu enfes anayasayı her vatandaşımla ayrı ayrı sohbet ederek oluşturacağım. onları ikna etmek için elimden geleni yaparak, gerekirse 10 gün boyunca muhabbet ederek, eğer mümkün olursa vaktimin tamamını vatandaşlarımla geçirerek bir ömrü feda edebilecek kadar eşsiz bir başkanım ben. ne dedim de yapmadım?!

- her sokağa midyeci ve bir kahve standı.
- çok zorda kalınırsa kaçmak için kullanılabilecek koşu bandı.
- her salona safirden yapılmış avize...
- herkese ışın kılıçları

ve niceleri...



neyse, ne diyoduk, anayasa. evet

madde1: özgürlükçü marş ismi verilen ender yapıt, bayrak için yazılmıştır.
madde2: marş değiştirilemez. değiştirilmesi teklif edilebilir ancak değiştirilemez.
madde3: devlet başkanlığı zahiri bir makamdır. ve bu makamı tek görebilen selçuk bey olduğu için o başkan gibidir. Değiştirilmesi teklif de edilir, mümkün de kılınabilir.
madde4: devletin yönetim şekli ekstravagant diskotekrasidir.
madde5: vatandaşlarımızın istekleri sorgusuz sualsiz gerçekleştirilir.
madde6: heykeli dikilebilecek tek şahıs selçuk beydir. ve selçuk beyin heykelleri ülkenin her metrekaresinde bir tane olacak şekilde yerleştirilecektir. halkımıza sabır ve başarı diliyoruz
madde7: ülke baştan başa branda ile kapatılarak, uydulardan ve hava şartlarından arındırılacaktır.
madde8 ülkede olan ülkede kalır.
madde9: mevsim normalleri hep normal kalacak.
madde10: devlet yönetiminde iki makam vardır. başkanlık ve müdürlük. ya başkansınızdır ya da müdür.
madde11: devletin resmi para birimi yeni selçuk dirhemi. (bkz. YSD)
madde12: devletin resmi internet sitesi www.selcukcumhuriyeti.gov.sc 'dir
madde13: vatandaşlar şikayetlerini vatandasiliskileri.selcukcumhuriyeti.gov.sc 'dir
madde14: iç işleri müdürü cicak ismindeki muhterem kişidir.




devam edecek

Özgürlükçü Marş


Selçuk Cumhuriyeti Özgürlükçü Marşı

bayrağındaki turkuaz
seni ne kadar övsem az
barış dolu topraklarında...
leopar ile beraber yaşar kaz

simetrik olmasa da
umut veren tasarım
şövalyeler masada
haydi gelin toplanalım

topu topu sekiz küre
etkileniyor insan bi süre
etki kısa zamanda geçiyor
herkes özgürlüğü seçiyor

bir ülke düşünün dostlar
baştan başa branda
ne nükleer atık var
ne de rüzgar gücü orada



Aşağıda da marşımızın, 10 adet selcuk cumhuriyeti vatandaşı tarafından nasıl seslendirildiğine şahitlik ediniz.